CHP Genel Başkanı Özel BBC’ye verdiği röportajda Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ile ilgili olarak destek vermeyen İngiltere Başbakanı Starmer’e “Nasıl bir gerekçesi var, nasıl bir sebebi var?
Bütün Avrupa tepki gösteriyorken, İngiliz İşçi Partisi’nin, Starmer’ın bu konuda, herhangi bir şey söylememesini gerçekten anlayamıyoruz. Terk edilmiş hissediyoruz. İstanbul’un Belediye Başkanı’nı alıp hapse koyuyorlar ve İngiltere buna ses çıkarmıyor. O zaman bu nasıl dostluk, bu nasıl kardeş parti? Bu nasıl demokrasiyi birlikte savunmak? Demokrasinin beşiği İngiltere ve bizim kardeş partimiz İşçi Partisi buna nasıl sessiz kalabiliyor? Gerçekten çok kırgınız.” sözleriyle tepki göstermişti.
Özel İngiliz The Guardian gazetesine verdiği demeçte de; İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla birlikte başlayan süreçte sessiz kalmakla suçladığı İngiltere Başbakanı Keir Starmer’ı için “Yaşananları Türkiye’nin iç meselesi gibi görerek tarihi bir hata yapıyor.” diyerek İngiltere’nin iç işlerimize müdahale etmesi beklentisini de ifşa etmiş oldu.
İngiltere’yi bir yandan demokrasinin beşiği ilan edip diğer yandan ondan yargıya/içişlerimize müdahale etmesini istemek, batı hayranlığının artık iflah olmaz bir noktaya geldiğini göstermesi açısından ibretliktir.
Halefi Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi ülkesini yabancılara şikâyet ederek yargıya müdahale edilmesini isteyen Özgür Özel kendisine yönelik mandacı nitelemesini haklı çıkartırken neferleri olduğunu söylediği Jön Türklerden bir farkları olmadığını da göstermiş olmaktadır.
Nasıl mı ?.
Anlatalım!...
Tarih 31 Temmuz 1908.
24 Temmuz’da (İngilizlerin büyük destekleri ile) ilan edilen İkinci Meşrutiyetin üzerinden tam bir hafta geçmiştir.
İstanbul’daki İngiltere Büyükelçisi Sir Nicholas O’Conor’ın ölmesi üzerine yerine atanan Büyükelçi Gerard Lowther’ın trenle İstanbul’a geleceği haberini alan Jön Türkler, İngiltere Büyükelçisinin trenden ineceği gün topluca Sirkeci Garı’na gittiler.
O güne kadar görülmemiş tezahüratlarla karşıladıkları büyükelçiyi taşıyacak arabadan atların koşumlarını söken bazı gençler atların yerlerine kendilerini koşarak kan ter içinde Galatasaray’da İngiliz Büyükelçiliğinin bulunduğu binaya kadar elçiyi taşıyarak sadakatlerini de göstermiş oldular.
Bu benzersiz jest (mi yoksa yalakalık mı siz karar verin) nedeniyle şaşkına dönen büyükelçi, aynı gün Londra’ya çektiği telgrafta bu beklenmedik davranış karşısında hayretler içerisinde kaldığından bahisle arabasını çeken Jön Türklerden “Politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu” diye alaycı bir ifadeyle bahsetmişti. (Matthew Smith Anderson, Doğu Sorunu 1774-1923, Çeviren: İdil Eser, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 296, dipnot 16).
Telgraftaki ifadelere dikkat edin; “Politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu”.
Yani istedikleri gibi kullanabilecekleri bir topluluk
İngiltere Dışişleri Bakanı Grey, Lowther’a yolladığı talimatta “İstanbul’a olabilecek en uygun ve ilginç bir dönemde ulaştınız. Bu göreve atandığınızda böylesine coşkulu bir karşılamayı aklımızdan bile geçiremezdik” diye yazıyordu. Dışişleri Bakanı ayrıca Avam Kamarası’nda “Türk-İngiliz dostluğu” ve uygulayacakları “yeni Osmanlı politikası” üzerine önemli bir konuşma yapmış, dahası, yeni yönetim (Jön Türkler) sözünü ettiği reformları uyguladığı müddetçe ellerinden gelen desteği vermeye hazır olduklarını belirtmişti. (Murat Özyüksel, “İkinci Meşrutiyet ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman-İngiliz nüfuz mücadelesi”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 38 Mart 2008)
Jön Türklerin bu utanç verici davranışına tanık olan ve kendisi de bir Jön Türk olan Ahmet İhsan (Tokgöz) de bizzat görgü tanığı ve büyükelçiyi karşılayanlardan biri sıfatıyla şu eleştiriyi yapmıştı.
“1908 Temmuzunun 23. günü (yani Meşrutiyetin ilanı sırasında) İstanbul’da bulunmayan İngiliz Sefiri Lowther şehrimize döndüğü zaman Sirkeci istasyonunu baştanbaşa doldurmuştuk. Büyükelçiyi candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkun gençler büyükelçinin arabasını çeken atları söktüler, arabayı kendi kollarıyla çekmişlerdi. Bu fıkrayı yazmaktan maksadım, Meşrutiyetin ilanına kadar Türk aydınlarının siyasi meylini ve düşüncesini göstermek içindir. (Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım, c. I, s. 33.)
Mithat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Mithat’ın hatıratında İngiliz elçisinin arabasını çekme hadisesi ile ilgili olarak yazdıkları da dikkat çekicidir.
“Meşrutiyet’in ilk günlerinde, halkın İngilizlere gösterdiği muhabbet ve dostluk tezahürleri, Alman Sefiri’ni oldukça düşündüren bir keyfiyet olmuştu. Halk, İngiliz Sefiri Sir G. Lowther’in arabasını hayvanlarını sökerek, arabayı ta sefarethaneye kadar bizzat çektikleri zaman, Alman siyasetinin Türkiye’de iflas ettiğine hükmedenler olmuştu. İngilizlere karşı bu kadar sevgi izhar olunurken, Abdülhamid, Almanlara dostluk gösterdi diye, aksine olarak Almanlar aleyhinde nümayişler yapılıyor ve gazetelerde Baron Marschall’ın istibdat devrindeki hareket ve hizmeti hakkında imalar eksik olmuyordu. (Ali Haydar Midhat,Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Hatıralarım 1872-1946, Bengi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 199.)
Jön Türklerin İngiliz Büyükelçinin arabasını çekmelerinden rahatsız olan Almanya Osmanlı hükümetine başvurarak Berlin’den gelmekte olan büyükelçi Baron Biberstein’ın arabasının da çekilmesini istemesi üzerine Hariciye Nazırı Tevfik Paşa İngiliz Büyükelçisinin arabasını gençlerin kendi istekleriyle çektikleri, isterlerse Alman büyükelçisinin de arabasını çekebilecekleri cevabını verdi.
Almanların unuttukları bir gerçek vardı.
Jön Türkler sadece İngilizlerin arabasını çekiyorlardı.
Çünkü 2. Meşrutiyetin ilan edilmesinde İngiliz’in "desteği" büyüktü ve onların verdiği "güçlü destek" ile 2. Meşrutiyet ilan edilmişti.
Buraya şimdilik bir nokta koyalım ve sonrasında birleştireceğimiz bir başka gerçekten bahsedelim:
106 yıl önce 20 Mayıs 2019 tarihinde (tam da milli mücadelenin başladığı günlerde) Kazasker oğlu, Şeyhülislam torunu olan, Fetva Müdürlüğü ve Kadılık yapan avukat Sait Molla’nın öncülüğünde kurulan İngiliz Muhipleri (sevenleri) Cemiyeti İngiliz Muhipleri Cemiyeti (Association of the Friends of England in Turkey), Osmanlı’nın ancak İngiltere’nin müzahereti (koruyup kollama) ve mandasıyla kurtulacağını iddia etmekteydi.
“Dahiliye Nezareti’ne verilen beyannamede, “İngiltere devletinin muavenet-i hayırhahlığıyla (hayırlı yardımlarıyla) Memalîk-i Osmanîye’nin vahdeti (birliği) için ‘İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ namıyla bir cemiyet teşekkül etmiştir.” denilmişti.
Sait Molla, cemiyetin faaliyete geçişinden üç gün sonra bütün belediye başkanlıklarına bir telgraf göndererek, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin halka anlatılıp, üye kazanılmasını istemişti. Molla ayrıca, “Halk, İngiliz Elçiliği’ne, gazetelere mektup yazıp, İngiliz taraftarlığını kurtuluş yolu olarak gördüklerini anlatsın.” diyordu. Cemiyetin yayın organı olan İstanbul Gazetesi’nin 24 Mayıs 1919 tarihli nüshasında yayınlanan bir mektupta; “Efendim, şunu arz etmek istiyorum ki, yanlış olarak, İngilizleri düşman telakki ettik. Pek çok yanıldık. Bari bundan sonra yanılmayalım. İngiliz dostluğuna dört elle sarılalım. Necatımız ancak İngilizlere dost olmamızla husule gelebilecek. Görmeyen, gezmeyen, tarih okumayan milletdaşlarımızı da ikâz edelim.” Denilerek İngiliz dostluğuna dört elle sarılmaları tavsiyesinde bulunuyordu. (https://www.ensonhaber.com/politika/umit-yenisehirli-ingiliz-muhipleri-cemiyeti 12.04.2025)
Şimdi nokta koyduğumuz yerden devam edelim.
Jön Türklerin İngiliz büyükelçinin arabasına gönüllü at olmaları ve bir Şeyhülislam torunu tarafından tam da Milli Mücadelenin başladığı bir zamanda İngiliz Muhipleri Cemiyeti ‘nin kurulması ne anlama geliyorsa, Özgür Özel’in ülkesini İngiliz Basınına şikâyet etmesi ve yolsuzluktan tutuklanan İmamoğlu’na destek için İngiltere’ Başbakanından yargıya müdahale etmesini istemesi aynı anlama gelmektedir.
Batı bile içişlerimize burnunu sokmamak konusunda mesafe almışken, Batıya sadakati demokratlık zanneden zihniyette aradan geçen 117 yıla rağmen değişen hiçbir şey yoktur.
Yıllar geçse de değişmeyen bu sadakat ve teslimiyetin adı mandacılık değilse nedir?
Üniversiteler akademisyenlerin(!) babalarının çiftliği değildir….
Bu ülkede özgürlüklerin sınırlarını sadece kendilerinin belirleyebileceklerini zanneden jakobenler, bu sınırların dışında davrananları aşağılayarak varlıklarını sürdürme gücünü yitireli yıllar olsa da ellerine en küçük bir fırsat geçtiğinde bıraktıkları yerden başlayacaklarını yaşadıkları panik ataklardan anlıyoruz.
Geçmişte öylesine saltanat sürmüşler ki tadı damaklarında kalan o parlak (!) günlerin hasretiyle yanıp tutuşuyorlar.
Güçlerini tek parti faşizminden alan jakobenler, çoğulcu demokrasiye geçilmesinden itibaren bir türlü desteğini kazanamadıkları milletin iradesine ve hukukuna saygılı olmayı kabullenemediler.
Bırakın kabullenmeyi millet iradesini çiğnemeyi kendilerine tanınmış bir imtiyaz olarak görerek şartların oluşması halinde darbenin meşru olduğunu söyleyerek demokrasiye ihanet ettiler.
Kendilerine iktidar kapısını açar umuduyla başta 27 Mayıs olmak üzere her on yılda bir gerçekleştirilen bütün darbelere sponsorluk yapmaktan, cuntacılara selam durup kapılarında nöbet tutmaktan, brifinglerinde en ön safta yer almaktan ve postal yalamaktan utanmadılar.
İşbirliği yaptıkları darbecilerin yalan ve iftiralarıyla sözde mahkemelerde, “sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek iradesini satmış cüppeli soytarıların sipariş kararları ile başbakan ve bakanları idam ettirdiler.
Demokrasinin katledildiği, hürriyetin yok edildiği insanlık dışı uygulamalarını “Hürriyet ve Anayasa” Bayramı olarak kutlayacak kadar pişkin ve yüzsüz davrandılar.
Dillerinden düşürmedikleri demokrasiyi kendileri tarafından sunulan bir lütuf olarak gördüler.
Onlara göre Haso’ların, Hüso’ların, köylülerin, ırgatların, çobanların iradesi ya da siyasal tercihleri olamazdı, demokrasi onlar için lükstü.
Cahil halk köyünde, bağıyla bahçesiyle, ineğiyle koyunuyla uğraşmalı, seçim, demokrasi, özgürlük, adalet gibi boylarından büyük işlere kakışmamalıydılar.
Memleketin istikbali, kimi seçeceklerini bilmeyen cühela takımına bırakılmayacağından oylarını açıkça vermelerine izin(!) verildi ama sayım gizli yapılarak dünya siyasi tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir siyasi ahlaksızlığa imza atıldı.
Belki şaşıracaksınız ama 20. yüzyıl aşık halk edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan Aşık Veysel, görüntüsü ve üstü başı yırtık pırtık olması bahanesiyle “bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz’ sözlerinin de sahibi olan Ankara Valisi Nevzat Tandoğan tarafından şehir merkezine sokulmamış, sazı da zabıtalar tarafından kırılmıştı.
Âşık Veysel'in torunu Halil Süzer, dedesinin Atatürk ile görüşmek için 3 ay yol yürüyerek Ankara'ya geldiğini ancak kılık-kıyafetinden dolayı onu Ulus'tan dışarı atmalarına çok içerlediğini belirtmişti.
"Dedem köylü kıyafeti giyiyordu. Elbiselerin çoğu yamalıydı. Ayakkabı olarak çarık giyiyormuş. Çarığı bile yamalıymış. O dönemin fakirliği ile orantılı elbise giyiyormuş. Ancak o dönemin zabıtaları polisleri onu Ulus'tan atmışlar" diyen Süzer dedesinin yıllardır dillerden düşmeyen ve çeşitli sanatçılar tarafından da seslendirilen “benim sadık yârim kara topraktır” şiirini/türküsünü bu yaşadıkları nedeniyle yazdığını belirtiyor.
Tek parti faşizminin simgelerinden biri haline gelen Tandoğan'ın yönetimi 1929'da başlamış, 1946'ya dek kesintisiz sürmüştü.
'Nevzat Tandoğan sokakta dolaşırken halini tavrını beğenmediği insanları yakasından tutup uyarır ve Ankara'nın merkezinde 'gezebilecek' kişiler Tandoğan'ın emriyle polisler tarafından kontrole tabi tutulurdu.
“Şu Çılgın Türkler” kitabının yazarı Turgut Özakman bu rezaleti şu ifadelerle meşrulaştırmaya çalışmıştı.
“O dönemde sahiden belli caddelerden geçilemezdi. O zamanlar şehre sadece trenle gelinebilirdi. Gelenler Karacabey Hamamı’na sokulurdu. Bazılarının üzerinden bir sürü bit çıkardı. Temizlendikten sonra şehre gönderilirdi. Sabiha Gökçen’in kocası bitten öldü. Biz ne kadar temiz olsak da okuldan döndüğümüzde mutlaka üzerimize birkaç bit yapışmış olurdu. O caddelerden doğrudan geçilememesinin nedeni buydu.”
Faşizmin BİT’le irtibatı bundan daha güzel(!) anlatılamazdı.
Balık hafızalılar için bir kez daha hatırlatalım.
İktidarda Halkçı(!) bir parti vardı.
****
Bu mevzuya neden girdik?
Belki haberi okumuşsunuzdur.
Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde görevli Doç. Dr. Mehmet Aydıner, akademik personel adayı alımı mülakatında "Fakültemde başörtülü istemiyorum. Başörtülü gelsin bakın neler yapacağım, göreceksiniz." Diyerek küstah bir tavır sergiledi.
Fakülte Dekanının tepki göstermesi üzerine Doç. Dr. Aydıner "AK Parti'nin Allah belasını versin. Ben bunlara oy verdim. Bundan sonra ölmüş anamın üstüne yemin ederim AK Parti'nin karşısına PKK çıksa ona oy vereceğim." Diyerek küstah tavrını sürdürdü.
Salonda gerginlik yaşanırken fakülte yönetimi, olayın ardından tutanak tutarak Aydın Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu.
Aydın Cumhuriyet Başsavcılığı olayla ilgili soruşturma başlattı.
Karakoldaki işlemlerin ardından Mehmet Aydıner serbest bırakıldı.
Yargıyla ilgili süreç devam eder ama bu kafadaki bir öğretim üyesinin tipini beğenmediği insanları Ankara’ya sokmayan Faşist Vali Nevzat Tandoğan’dan hiç bir farkı yoktur.
Tek parti döneminin valisi olması nedeniyle konjonktürel bir avantaja sahip Nevzat Tandoğan’ın kendisini Ankara’nın sahibi olarak görmesi o günün şartlarında anlaşılabilir ama günümüzde bırakın üniversitede başörtü serbestisini; Ordu, Emniyet ve Yargıda bile başörtülü kadınların görev yaptığı günümüzde bir öğretim üyesinin fakülteyi babasının çiftliği zannederek “başörtülü aday gelirse bakın ona ne yapacağım” tehdidinde bulunması etmesi psikiyatrinin ilgi alanına giren bir patolojiden değilse ahmaklıktandır.
Bin yıl süreceği zannedilen Şubat’ın karanlık günleri mazide kaldı.
Dönemin kudretli generalleri de artık er oldular.
Bu toksik tiplerin hangi siyasi partiye oy verdiği ya da vermediği bizi ilgilendirmiyor ama PKK’ya bile oy verebileceğini söylüyorsa vergilerimizle maaş alıp üniversitede görev yapması bizi fazlasıyla ilgilendiriyor.
PKK’ya oy vermeyi düşünen gitsin Kandil’de görev yapsın, maaşını da onlardan alsın.
En azından oy vereceğini söylediği hainlerin eğitimlerine(!) katkı sağlamış olur.
Bir çift söz de Adnan Menderes Üniversitesi Rektörlüğüne.
Üniversitenizde hukuka saygılı hiç akademisyen kalmadı mı?
Akademik personel alımı komisyonuna hukuka saygısı olmayan faşistleri almak zorunda mısınız?
Demokrasi şehidi Adnan Menderes’in adını taşıyan Üniversiteye yakışmayan bu faşiste Rektörlük üniversitenin babasının çiftliği olmadığını göstermelidir.